KUR’AN-I KERİM’DEN ÖĞÜTLER-2

KUR’AN-I KERİM’DEN ÖĞÜTLER-2

Aziz Mü’minler!

Bize, küfür, zulüm, kibir, yalan, riya, iftira ve kin yerine imanı, adaleti, tevazuu doğru sözü, mertliği, sevgiyi ve affı emreden, dünya ve ahiret saadetine kavuşmanın çalışma ve güzel amellerle olacağını öğreten yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde Ankebüt Suresinin 46.ayetinden 56.ayetine kadar şöyle buyuruluyor:

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.
Resulüm! İşte böylece sana önceki kitapları tasdik eden bu Kitab’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Diğerlerinden de ona iman eden nice kimseler vardır. Ayetlerimizi, ancak kafirler bile bile inkar eder.
Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.
Hayır, o Kur’an, kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde yer eden apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkar eder.
“Ona Rabbinden başkaca mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır.
De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Batıla inanıp Allah’ı inkar edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.
Senden, azabı çarçabuk getirmeni istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değilken, o ansızın kendilerine geliverecektir.
Evet senden azabı çarçabuk getirmeni istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kafirleri çepeçevre kuşatacaktır.
O günde azap, onları hem üstlerinden hem ayaklarının altından saracak ve Allah onlara:
“Yaptıklarınızın cezasını tadın!” diyecektir.
Ey iman eden kullarım! Şüphesiz, benim arzım geniştir. O halde nerede güven içinde olacaksanız orada yalnız bana kulluk edin.”
Ankebüt Süresi Ayet 46, 56.

KUR’AN-I KERİM’DEN ÖĞÜTLER-1

KUR’AN-I KERİM’DEN ÖĞÜTLER-1

Muhterem Mü’minler!

İnsanı yaratan Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimi de insanlar için indirmiştir. Hiç şüphe yoktur ki Kuran bir rehberdir, yol göstericidir. İnsanlığa doğru yolu göstermek için nazil olmuştur. Bu sebeple, sözlerin en hayırlısı Allah kelamı olan Kur’andır. Onun için bugün ki hutbemizde yalnız Kur’an-ı dinleyeceğiz:

“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla.
-Hamd övme ve övülme, alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
-O esirgeyen ve bağışlayandır.
-Ceza gününün malikidir.
-Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
-Bize doğru yolu göster.
-Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” (Fatiha Suresi Ayet. 1-7)
“Elif. Lam. Mîm.
-O kitap Kur’an; onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler sakınanlar ve arınmak isteyenler için bir yol göstericidir.
Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendîlerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
-Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
-İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
-Gerçek şu ki, kafir olanları azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.
-Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için dünya ve ahirette büyük bir azap vardır.

-İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler.
-Onlar kendi akıllarınca güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.
-Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.
-Onlara; Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.
-Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lakin anlamazlar.
-Onlara: insanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit “Biz hiç, sefihlerin akılsız ve ahmak kişilerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz” derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler veya bilmezlikten gelirler,
-Bu münafıklar mü’minlerle karşılaştıkları vakit “Biz de iman ettik” derler. Kendilerini saptıran şeytanları ila başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla mü’minlerle sadece alay ediyoruz, derler.
-Gerçekte, Allah onlarla istihza alay eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.
-İşte onlar, hidayete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. (Bakara Suresi Ayet. 1-16)

Müjdeleyin, nefret ettirmeyin – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Müjdeleyin, nefret ettirmeyin – Nihat Hatipoğlu

ÇAĞIMIZIN en sinsi hastalığı stres, şiddet ve toleranssızlıktır. Tedavi olunması gereken yaygın hastalıklar bunlar. Ne yazık ki çoğumuz, bu hastalığa yakalandığımızın farkında değiliz. Gazetelerdeki cinayetleri, akıllara durgunluk veren olayları gördüğümüzde “Bu bir cinnet” deyip geçiştiriyoruz çoğu kez. Ama bu cinnetin birer figüranı olduğumuzun farkında bile değiliz.

Ne yazık ki, kan tahlilleriyle, röntgenlerle tespit edilemiyor bu hastalıklar. Onun için de tedavisi zor olabiliyor. Maddi birçok hastalığın, fiziğimizi çökerten birçok virüsün esas sebebi de ruh dünyamızdaki bu çöküntüdür.

* * *

Kuran-ı Kerim manevi doyumsuzluğun, stres ve toleranssızlığın ilacının yüce Allah’la yakınlaşma olduğunu söylüyor. “Dikkat ediniz. Kalpler ancak Allah’ı anarak yatışır.” Bunun için “zikir” kelimesini kullanır. Bunu “anmak” olarak tercüme ettik. Aslında boyutları çok daha geniştir bu kavramın. Zikri, sadece anmak cümlesiyle izah haksızlık olur. Ayeti daraltmak olur.

Tevekkül bir zikirdir, sevmek bir zikirdir, merhamet bir zikirdir, affetmek bir zikirdir, Kuran bir zikirdir, namaz bir zikirdir, tesbih bir zikirdir, çocuk başı okşamak bir zikirdir, açlıktan kıvranan köpeğe bir lokma atmak bir zikirdir, hasta ziyareti bir zikirdir, mazlumun yanında olmak bir zikirdir, gıybetten, iftiradan sakınmak bir zikirdir, kalbi Allah için arındırmak bir zikirdir, nefret ve kinden uzaklaşmak bir zikirdir, vb.

Bu listeyi çok uzatabiliriz. Ama önemli olan bütün bu erdemleri sırf Allah için yapmaktır. Gösteriş ve reklamdan uzak, “insan olmak”, kámil bir mümin olmak için çalışmak. Bunu yaparken de sırf Allah için yapmak. İşte Kuran-ı Kerim ancak bununla doyuma ulaşabilirsiniz diyor. Tedavi budur buyuruyor.

Peygamberimiz (SAV), “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” genel ilkesini hayatın tümüne yaymamızı ister. Biz bu hadisi sadece dini bir gereksinim olarak görürüz. Evet, belki de en önemli kullanım alanı din olmalıdır, ama komşumuzla münasebetimizde, çocuğumuza ilgimizde, insanlarla konuşmamızda bu prensibe ihtiyacımız yok mu?

Hz. Peygamber özel hayatında da bu toleransı esas almıştır. O’nun (SAV) bu tavrını anlatan Hz. Aişe (RA) şöyle der: “Peygamberimiz (SAV) iki dünya işi arasında muhayyer (seçenek sahibi) bırakılınca günah olmadıkça mutlaka onlardan en kolay olanını alırdı. Ne var ki, şayet günahı gerektiren bir konu olursa da ondan insanların en uzak olanı Hz. Peygamber (SAV) olurdu. O hiç kendisi için kin tutup öç almamıştır.”

Kolay olanını seçen bir Peygamber. Bize de kolay bir din emanet eden bir Peygamber. Birbirimizle ilişkilerimizde toleransı ve kolaylığı öğütleyen bir Peygamber. Bizler ise çoğu kez kendimize toleranslı davranılmasını isteriz, ama başkasına bunu çok görürüz.

Arabamızın direksiyonundayız. En ufak bir yol tıkanıklığında veya yanlış harekette birden asabileşiyor, toleransı unutuyoruz. Ufak bir yol isteme kargaşasından dolayı cinayete kurban giden insanımızın sayısı hiç de az değildir. Hz. Peygamber (SAV), bana tavsiyede bulun diyen asabi, sert mizaçlı birine “sinirlenme” buyururken, birçok belanın önüne geçecek bir anahtar sunmuştur aslında.

Sabahleyin evden çıkarken, sokağa adımımızı atarken besmeleden sonra bu cümleyi birkaç kez tekrarlayarak “sinirlenme, sinirlenme” desek, sonra “toleranslı ol, kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma” desek, ne kaybederiz. Belki yakamıza yapışan manevi virüslerden kurtulmuş oluruz.

Bir gün Hz. Aişe ve Hz. Hafsa nafile oruç tutmuşlar. Ramazan ayı değil. (Bilindiği gibi başlanmış olan nafile oruç düğün, davet gibi sebeplerle -ihtiyaç halinde- bozulabilir, ama sonradan kaza edilmelidir.) Olayı Hz. Aişe (RA) anlatıyor: “Biz oruçluyken iştahımızın çektiği bir yemek getirildi. Canımız çekti. Biz de kendimizi tutamadık ve başladığımız o nafile orucu yedik. Hz. Peygamber (SAV) geldiğinde Hz. Hafsa durumu Peygamberimize anlattı. Hz. Peygamber (sav) kızmadı, kınamadı ‘Başka bir gün kaza edersiniz’ buyurdu.” (Ahmed, Müsned,6, 263)

* * *

Ya, bütün gücünü harcadığı halde Fatiha Suresi’ni ve Kuran-ı Kerim’den herhangi bir sureyi ezberleyemeyen ve namaz kılmak isteyen kişiye gösterilen tolerans… Peygamberimiz (SAV) adama döner ve der ki; elhamdülillah, sübhanallah, la havle vela kuvvete illa billah (güç ve kudret Allah’a aittir) de, yeter. Namazı bunlarla kıl. Ezber bozan tavırlar bunlar değil mi? Acaba kaçımız bunları biliyoruz. Hücrelerine, DNA’larına kadar sevgi, tolerans ve yaşanabilirlik sinmiş olan bir dinin mensupları birbirlerine karşı daha toleranslı, merhametli olmalı değiller mi?

Ama maalesef öyle değiliz. Bu konuda kendimizle yüzleşmeliyiz. İyi Müslümanlığı başkasından değil, kendimizden beklemeliyiz. Dinin sadece helal ve haramlardan ibaret olmadığını, merhametin de, şefkatin de, affediciliğin de, fakir doyurmanın da, gerekirse trafikteki kırmızı ışığa uymanın da dinin gereği olduğunu anlatalım. Ve her birimizin diğerimize son sözü şu olsun mu? “Allah’ın temiz olarak yarattığı fıtratı bozma hakkına sahip değiliz. Zira sadece fıtratı değil, káinatı da, ekolojik dengeyi de zedelemiş oluyoruz.”

SORALIM ÖĞRENELİM

Adak kurbanının bedeli, fakire para olarak verilebilir mi?

Fatih YURDAKUL KARS

Adak, kişinin bir ibadeti yapacağına dair Allah’a söz vererek üzerine borç kılması anlamına geldiğinden, bu borçtan kurtulmak için adağın yerine getirilmesi gerekir. Bundan dolayı kurban keseceğine dair adakta bulunan kişi, ancak kurban kesmek suretiyle adağını yerine getirmiş olur. Bu itibarla, adak kurbanını kesmek yerine parasını fakirlere vermek ya da aynı yardımda bulunmakla bu adak yerine getirilmiş olmaz.

Adakta yer kaydı bağlayıcı mıdır?

Seyyit GÖÇMEN

ÇORUM

Bir kısım İslam bilginine göre adaklarda mekán şartı bağlayıcı değildir; bu adak başka bir yerde de ifa edilebilir. Bazı İslam bilginleri ise ibadetlerin çeşitlerine göre farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu konudaki görüşler değerlendirildiğinde, sadakalarda mekánla ilgili belirlemelere, namazda ise sadece Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’nın belirlenmesine riayet edilmesi uygun olur. Bunun dışındaki yer belirlemeleri ise bağlayıcı değildir.

Hz. Peygamber’le tartışan kadın! – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Hz. Peygamber’le tartışan kadın! – Nihat Hatipoğlu

KURAN-I Kerim’deki 4. surenin adı “Nisa” Suresi’dir. Nisa, kadınlar anlamındadır. Kadınlar Suresi demek. Kuran-ı Kerim’de “rical”, yani erkekler anlamında herhangi bir sure yoktur.

Kuran-ı Kerim’de, bazı peygamberlerin isimleri surelere verilmiştir. Yusuf, Yunus, İbrahim veya Lokman (peygamberliği tartışmalıdır) sureleri gibi. Peygamber olan erkekler sureye isim olabilmiştir. Bu genel kuralın tek istisnası “Meryem” Suresi’dir.

Hz. İsa’nın annesi, peygamber olmamakla beraber bir sureye isim olabilmiştir. Peygamber olmayan tek kişiliktir. Kuran-ı Kerim her fırsatta kadını onurlandırmış, ön plana çıkarmıştır. Toplumun gündeminde kalsın diye.

* * *

Kuran-ı Kerim’deki en manidar surelerden biri de 58. sırada yer alan “Mücadele” Suresi’dir. Medine’de inen bu surenin kadınlar açısından anlamlı bir hikáyesi (sebeb-i nüzulu-iniş gerekçesi) vardır. Mücadele, peygamberle tartışan kadın anlamına da gelir. Olay şöyle gelişti:

“Hz. Havle” iman eden bir kadındı. Evs (RA) isimli, sert tabiatlı bir adamla evliydi. Bir gün Evs (RA), karısını boşadı. Bu boşanmayı gerçekleştirirken de eskiden Araplar arasında yaygın olarak yapılan ve “zihar” olarak adlandırılan bir yöntemi kullandı.

Araplar, eşlerinin bazı hassas noktalarını, anneleri-bacıları gibi evlenmeleri yasak olan akrabalarına benzetirlerse bu boşanma sebebi sayılırdı. Evs (RA) de eşine, “Sen bana anamın sırtı gibisin” diyerek aralarındaki akdini sona erdirmek istedi.

İşte bu olaya muhatap olan Hz. Havle, soluğu Hz. Peygamber’in (SAV) yanında aldı. Hz. Havle tepkiliydi. Hz. Havle yorgundu. Hz. Havle bezgindi. Hz. Havle mağdurdu. Hz. Havle çaresizdi. Çareyi Hz. Peygamber’de (SAV) bulacaktı.

Havle (RA), Peygamber’in (SAV) evine geldi. Efendimiz (SAV) dinliyordu. İsyan edercesine kocasını, Peygamberimize şikáyet etmeye başladı. Şöyle diyordu: “Ey Allah’ın elçisi! Evs, benim malımı-mülkümü yedi. Gençliğimi tüketti. Onun için çocuklar doğurdum. Şimdi ise yaşlandım. Çocuk doğuramaz hale geldim. O da zihar yaparak beni boşadı. Beni ortada bıraktı. Ya Rabbi, halimi sana arz ediyorum. Bu halimi sana şikáyet ediyorum.”

Havle’yi büyük bir dikkat ve saygıyla dinleyen Hz. Peygamber (SAV) bir an duraksadı. Sonra, “Bu tür boşamalarla ilgili Rabbimden bana herhangi bir ölçü gelmiş değildir” cevabını verdi. Çünkü O (SAV), Yüce Allah’tan vahiy gelmedikçe kendi heva ve arzusuna göre konuşmazdı. Yüce Allah’ın kendisine müsaade ettiği konular hariç, mutlaka vahiy beklerdi.

Ama çok geçmeden Yüce Rabbimiz, “Halimi sana iletiyorum” diyen bu mağdur kadının yakarışına cevap verdi. Ötelerden, ötelerin de ötesinden cevap geliyordu. Yüce Allah’ın, “Senin sesini, yakarışını, isyanını duydum. Yalnız değilsin, sözün duyulmuştur, gökte yankılanmıştır Havle! Arzu ettiğin konuda sana cevap verilecek ve sen rahatlayacaksın” anlamında ayeti inecektir.

Yüce Rabbimiz, Havle’ye cevap veriyordu. Öylesine bir cevap ki Medine’de yankılanmadık, konuşulmadık ne sokak ne ev bırakacaktı. Günlerce her mekánda Havle’nin yakarışına verilen cevap konuşulacaktı. Havle gibi mazlum ve mağdur bütün kadınlar, bir anlamda “erkeği cezalandıran” bu ayetleri gururla okuyacaklar.

Yüce Allah, karısını bu şekilde boşamak isteyen erkeğe bu işin çirkin olduğunu ilettikten sonra, ya köle azadı, ya iki ay üst üste oruç veya 60 fakiri doyurma cezası verecektir. Eşine dönmenin bedeli olarak. Tekrar eşine yaklaşmak istersen bunu ödeyeceksin. Kadın değil, erkek bunu ödeyecek. Çünkü kadın mağdur oluyordu. Rabbimiz, mağdurun yanında, mazlumun yanında.

“Mücadele” Suresi’nin ilk ayetleri indiğinde yüzü sevincinden ay gibi parlayan Peygamberimiz (SAV), Havle’yi çağıracak ve “Seni müjdelerim Havle! Allah senin sesini duymuştur” dedikten sonra ilk ayeti okuyacaktır: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikáyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.” (Mücadele 58, 1)

Hz. Havle bugün bile horlanmış, zorlanmış, terk edilmiş, önemsenmemiş, gençliğinden sonra kenara itilmiş bütün kadınların ortak isyanı olmuştur. Sembol olmuştur. Önemsenmediklerini zanneden kadınlara, “Hayır, Rabbiniz sizi önemsiyor. Rabbiniz sizin adınıza zulmeden erkeğe dünyada cezalar getirdiği gibi ahirette de hesap soracak”. Üzülmeyin, sesinizi Rabbiniz duyuyor, halinizi görüyor cevabıdır Mücadele Suresi.

* * *

Yıllar geçer. İki büklüm bir kadın Medine çarşısında Hz. Ömer’in önüne geçer. Bir şey sorar. Uzun boylu Hz. Ömer eğilir, diz çöker. Ellerini kadının omzuna koyar. Söyle nine der. Kadın dakikalarca konuşur, Hz. Ömer dinler. Medine’nin lider kadrosu ise hayret içindedir. Bu ihtiyar nineye bu kadar zaman feda edilir mi(!). Nihayet kadın anlatacağını anlatır ve gider. Hz. Ömer doğrulur.

Orada bulunanlardan biri, “Ey müminlerin emiri! Şu Kureyş’in liderlerini şu nine için o kadar bekletmeye değer miydi” diye sorunca Hz. Ömer hışımla döner. Herkesin duyacağı bir ses tonuyla: “Ne diyorsun! Yazık sana. Bu kadın Havle’dir. Allah (CC) yedi gök ötesinden onu duydu, hakkında ayet indirdi de Ömer mi onu dinlemeyecek. Vallahi bütün bir gün beni tutsaydı, öylesine duracaktım. Problemini halletmeden gitmeyecektim.”

Sormak istiyorum; Kuran’ı bu bakışla hiç okuyabiliyor muyuz?

SORALIM  ÖĞRENELİM

Ötanazi dinen yasak mı?

M. Emin ŞAHİN/HATAY

İslam dinine göre kişinin kendi canına kıyması (intihar) yasak olduğu gibi, tıbbi verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın yaşamına bir başkasının eliyle son verilmesi talebi olan ötanazi de yasaktır. Zira son saniyede bile herhangi bir tedavi gelişebilir. Hayattan ümit kesmek doğru değildir.

Hastadan solunum cihazı hangi hallerde çekilebilir?

Abdullah AYDIN/YOZGAT

Yoğun bakım cihazına bağımlı olarak yaşamını sürdüren kimselerin, solunum cihazından ayrılması için iki önemli şart vardır.

1- Kalp ve solunum tamamen durmuş olmalı ve oradaki uzman doktorların tamamının bu durumdan geri dönüşün artık imkánsız olduğu sonucuna varmaları.

2- Beynin bütün fonksiyonlarının kesin olarak durmuş olması ve uzman doktorların bu durumdan geri dönüş olmadığına ve beynin çözülmeye başladığına hükmetmeleri şarttır.

Bu şartlar gerçekleşirse solunum cihazı kapatılabilir.

Cenazede hocanın “Nasıl bilirdiniz?” sözü gerekli midir?

Ölen kişinin iyi bir insan olduğuna dair Müslümanların şahitlik etmelerine “tezkiye” denir. Peygamberimiz (SAV) bir ölüye iyi şahitlik edilince “Ona cennet hak oldu” buyurmuştur. Kötü şahitlik edilince de azap göreceğini belirtmiştir. (Buhari, Cenaiz, 86; Müslim, Cenaiz, 60)

Muhteşem yürüyüş: Hicret – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Muhteşem yürüyüş: Hicret – Nihat Hatipoğlu

MEKKE’de çember daralıyordu. İlk Müslümanlar dayanılmaz bir zulmün kavşağındaydılar. Hz. Yasir ve Hz. Sümeyye gibi mazlumlar hunharca öldürülüyorlardı.

Hz. Sümeyye ilk kadın şehit olarak tarihe geçecekti. Hz. Ömer gibi zincire gelmez delikanlılar, Mekke sokaklarında müşrik aristokratlarla göğüs göğüse mücadeleye girişiyorlardı. Müslümanların evleri basılıyor, mallarına el konuluyordu.

Daha düne kadar kendi öz kızlarını diri diri toprağa gömen bu karanlık zihniyet, Müslümanlara hayat hakkı tanımıyordu. Ya Muhammed (SAV) susacak veya hepsi kılıçtan geçirilecekti. Hesap böyleydi, ama Muhammed (SAV) susmadı. Mekke’den de kaçmadı. Aksine direndi. Hesaplarına gelmeyen ayetleri okumaya devam etti. Karanlığa, teröre, cinayete ve aymazlığa karşı bir özgürlük kapısı açmaya çabaladı. Açtı da…

Köle Bilal (RA), siyahi eski köle Müslüman oldu. Ebu Fukayhe (RA), kadın sahabi Zinnire (RA), Amir bin Füheyre (RA) gibi birçok köle, zalim diktatörlere karşı özgürlüklerini ilan ettiler. Tabii ki karşılığında ancak toleranssızlık, acı ve işkence gördüler. Hz. Peygamber dönemindeki köleler İslam’la hürriyetlerine kavuştuktan sonra ne antik Yunan’daki meşhur demagog Pzistrat gibi, ne de Trakyalı köle Spartaküs gibi kan ve intikam devşirdiler. Sevgiden başka, aftan başka hiçbir şey sunmadılar.

* * *

Hz. Peygamber (SAV) bu dönem içinde iman edenleri peyderpey Mekke’den tahliye etti. Kimi Habeşistan’a, kimi de Medine’ye. Mekke boşalıyordu. Hz. Peygamber (SAV) ise hicret için bekliyordu. Her peygamberin hayatında hicret vardır, ama peygamberler izinsiz hicret edemezlerdi. İzinsiz hicret eden Hz. Yunus (AS) gibileri de Allah tarafından cezalandırılmışlardır.

Nihayet bir gün Medine için izin çıktı. O gün Hz. Peygamber (SAV) sessizce Hz. Ebu Bekir’in evine gelmiş ve fısıltı halinde konuşarak, “Ebu Bekir hicret var” buyurmuştu. Dostundan hiç ayrılmayan Hz. Ebu Bekir (RA) heyecan içinde, “Ben de var mıyım seninle” diye sorunca, “Evet yol arkadaşım sensin” cevabını verdi. Henüz evlenmemiş ve o dönemde 17 yaşlarında olan Hz. Aişe (RA) o anı anlatırken, “Babam sevinçten ağlamaya başladı. Bir insanın sevinçten ağladığını ilk kez görmüştüm” diyecektir.

Hz. Peygamber (SAV) yanındaki bütün emanetleri -altın, gümüş ve kıymetli taşları- tek tek torbalara koyup Hz. Ali’ye (RA) teslim etti: Bu emanetler Hz. Peygamber’i (SAV) öldürmek için suikast hazırlığında olan Mekkelilere aitti. Hem en kıymetli eşyalarını O’na (SAV) teslim edecek kadar güvenecekler, hem de öldürmeye çalışacaklar! Ne kadar garip değil mi? İyi biliyorlardı ki Hz. Muhammed’e (SAV) verilen emanet kaybolmaz, zarar da görmez. Zira hiçbir hırsız ve çapulcu O’nun (SAV) evine girmez.

Hz. Peygamber (SAV) bir pazartesi günü yanına sadık dostu Hz. Ebu Bekir’i (RA) alarak yola çıktı. Üç gün Sevr mağarasında gizlendiler. Mağaranın kıyısına kadar gelen Mekkelilerden O’nu (SAV) ve dostunu Yüce Rabbimiz koruyacaktı. Sonradan, kendilerine yol gösterecek bir gayrimüslimi -Abdullah bin Uraykıt’ı- ücretle tutup yola koyuldular.

Yolda, Ümmü Mabed denilen bir kadının yoksulluk ve çaresizlik kokan çadırının yanından geçtiler. Su veya süt istediler. Süt vermeyen bir koyundan başka bir şeyi yoktu Ümmü Mabed’in. Hz. Peygamber (SAV) koyunu sağalım dediğinde, Ümmü Mabed, “Ama o sütten kesildi” cevabını verdi. Hz. Peygamber (SAV), “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” diyerek koyunu sağmaya başladı. Süt vermez koyun, onlarca kişiye yetecek süt veriyordu. Ümmü Mabed’de şaşkınlık, Hz. Ebu Bekir’de (RA) tebessüm. Ümmü Mabed’in bu çadırı sonraları hicret edenler için bir istasyon olacaktır. Dinlenip hatıraların tazelendiği bir istasyon.

Yüzlerce kişi onları arıyordu. Başlarına konulan 100’er deveyi alabilmek için. Nihayet Mekke’nin meşhur pehlivanı Süraka onlara ulaştı. Acımasız bir silahşor. Arkadan Süraka’nın hızla yaklaştığını gördükçe endişelenen Hz. Ebu Bekir’e (RA) Peygamberimiz (SAV) çok rahat bir şekilde, “Ebu Bekir önüne bak ve yürü” diyordu.

Hışımla önlerini kesen Süraka, Efendimize karşı hamle yaptığında o ana kadar yerinde sayan çölün kumları, Süraka’yı ve atını içine çekmeye başladı. Çabaladıkça batan Süraka, “Tamam Muhammed (SAV)! Ben sizi görmedim. Vallahi Kureyş’e dönüp sizi görmediğimi söyleyeceğim. Allah’a dua et, kumlar bıraksın beni” diye yalvarmaya başladı. Efendimiz dua edince kumlar çekildi. Süraka kurtuldu. Biraz önce öldürmek için gelen Süraka, iman edip dönecekti. Tam bir mümin olarak yaşayacaktı hayatının sonuna kadar.

* * *

Medine’ye bir pazartesi ulaştılar. Gariptir; pazartesi günü doğdu ve pazartesi günü vefat etti. Medine’nin insanı yollara dökülmüş O’nu bekliyordu. Küçük kızlar, Mekke’de yaşıtlarını diri diri toprağa gömülmekten kurtaran bu güzel insana sevgiyle bakıyor ve “Seni seviyoruz” diyorlardı. O da “Vallahi ben de sizi seviyorum” diyordu. Medinelilerin dilinde o meşhur “taleal bedru aleyna (ay doğdu üzerimize)” şiirinin dizeleri sokak sokak yankılanıyordu.

Hicret tabii ki bir yazıda ele alınamayacak kadar çok yönlü ve zengin bir harekettir. Hicret, kaçış değil, yeni zemin yoklamadır. Dini, Mekke’nin dağlarından kurtarıp dünyaya açacak bir yürüyüştür. İnsanı medenileştirmedir. Başka bir bakışla, Medinelileştirmedir, yani şehirlileştirmedir. Sonraları bu hadise Hz. Ömer (RA) tarafından İslami (hicri) takvimin başı kabul edilmiştir.

Tarihin en büyük muhacirine sonsuz salat ve selam olsun.

NOT: Star TV’deki Dosta Doğru programımız perşembe akşamları saat 22.00’ye alınmıştır. İzleyicilerimize duyurulur.

SORALIM ÖĞRENELİM

Sigara abdesti bozar mı?

Servet KOÇAŞ/ANKARA

Sigara abdesti bozmaz. Ama sağlığa zararlı olan bu alışkanlıktan vazgeçelim.

Hicri yılbaşı ve hicret takvimi ne demektir?

Suzan GÜNER/RİZE

Hicri takvim, Hz. Muhammed’in (SAV) Mekke’den Medine’ye hicretini tarih başlangıcı, muharrem ayının birinci gününü de yılın başı olarak kabul eden bir takvim sistemidir. Hicri yıl, ayın dünya etrafındaki dolaşımını esas aldığından 354 gündür ve Miladi yıldan 11 gün daha azdır. İnsanlığın tarih boyunca önemli olayları başlangıç noktası kabul etme geleneği vardır. Nuh tufanı, Hz. İsa’nın doğumu, fil olayı gibi. Bu ve benzeri önemli olaylar başlangıç kabul edilip bu tarihlerden şu kadar önce veya şu kadar sonra diye diğer olayların zaman tespiti yapılır. Hicretin 17. yılında, Halife Hz. Ömer (RA) döneminde sahabenin ileri gelenleri toplandı. Bu toplantıda Hz. Ali’nin (RA) teklifiyle 622 yılındaki Hz. Peygamberimizin (SAV) Mekke’den Medine’ye hicreti, Müslümanlar için tarih başlangıcı kabul edildi. İlk hicret eden kafile, muharrem ayında hicret ettiğinden dolayı da bu yılın ilk ayı olarak muharrem ayı kabul edildi.

Günahları örtün ki Allah da örtsün! – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Günahları örtün ki Allah da örtsün! – Nihat Hatipoğlu

HANGİMİZİN günahı yok ki? Hangimiz melek kadar temiz, saf ve berrağız. Hiçbirimiz. Her birimizin kendimize göre bir günahı vardır.

Kimimiz gıybet etmişizdir, kimimiz hak yemişiz, kimimiz haram kazanıp haram tüketmişiz, kimimiz komşumuzu rahatsız etmişiz, kimimiz daha başka günahlar işlemişizdir. En azından kalbimizle bile olsa günah işlemişizdir. Kötülük düşünüp kalbimize leke sıçratmışızdır.

Bu günahlardan hangisinden tövbe ettik veya tövbe ettiğimiz hangi günahımız bağışlandı. Bilmiyoruz. Yüce Allah bizim hakkımızda nasıl bir karar verecek, bunu da hiçbirimiz bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Allah’ın rahmetinden ümit kesemeyeceğimizdir. Çünkü ümitsiz insan imanını da yitirebilir. Yaşama sevincini, direncini kaybeder.

* * *

Son zamanlarda günah ve hata arama timleri kurduk sanki. Birbirimizin günahlarını dedektörle aramaya başladık. Aslında olması gereken bu değildir. Belki tam zıttı. Bizler kendi hatalarımızı görmeliyiz. Başkalarından önce kendimize bakmalıyız. İyilikte kendimizden daha üstte olanları, daha fazla iyilik yapanları görmeliyiz. Kötülük ve günahta ise kendimizden daha az günahkár olanlara bakmalıyız. Kendimizi herkesten daha günahkár görmeliyiz. Büyük insanlar hep böyle yapmışlar. Çağımızda işlediğimiz en büyük günahlardan birisi de kötülükleri ve günahları teşhir hastalığımızdır. Her gün televizyonlarda, dost sohbetlerinde bunun binlerce örneğini görebilmekteyiz. Maalesef en nezih ve özel toplantılarda bile insanları günah ve hatalarından dolayı fişleyebiliyoruz. Bundan da zaman zaman haz alıyoruz. Düşmüş olanı vurunca, yarın bizim de düşebileceğimizi hesaplamıyoruz.

Rabbimiz gizli ve açık her türlü günahı yasaklıyor (Enam 6/151). Ama günah işleyebileceğimizi de belirtiyor (Nisa 4/17). İnsanız. Hata edebiliriz. Ama bu hata ve günahları ilan etmemeliyiz. Günahımıza şahitler tutmamalıyız. Tek şahidimiz Rabbimiz olmalıdır. Ona yönelmeliyiz. Ondan gizli kalacak hiçbir gizli yoktur. Zira acılar paylaşılarak azalır belki ama günahlar paylaşılarak affettirilmez. Günahların açıkça söylenmesi, günaha karşı olması gereken direnci kırar. Onun için örtülü kalmalı. Allah perdeyi kaldırmadıkça kişi perdeyi kaldırmamalıdır. Günahını böbürlenerek anlatan günahının cezasını katmerleştirir.

Yüce Allah, bütün Müslümanların günahlarını bağışladığı halde günahlarını ortalığa yayanları affetmez. Peygamberimiz günahını açığa vuranı ikaz eder ve şöyle buyurur: Adamın biri gece kötü bir iş yapar. Yüce Allah o kişinin suçunu örter. Fakat o kimse sabah olunca rastladığı kişiye ben dün gece şöyle şöyle günah işledim, der. Allah da geceleyin örttüğü bu suçu ortaya saçar. Açığa çıkarır. Artık bu gizli günah açıkça işlenmiş hale gelir.

Peygamberimiz yanında yetişmiş olan dostları bu hususlarda çok hassaslardı. Bir gün Abdullah bin Mesud’a (RA) bir adam getirilir. Şu adama bakar mısın! Sakalından şarap damlıyor. Bu adama ceza verir misin, derler. Eskiden gayrimüslim bir deve çobanı olan ama sonraları Hz. Peygamber’in eğitiminden geçip Müslüman olan bu zarif sahabi, tam bir zarafet ve insanlık dersi verir. Peygamberimizin kusur, ayıp ve günahları araştırmayı yasakladığını hatırlatır. Sonra da kendiliğinden ortaya çıkan kusur ve ayıpların yargılanacağını ekler. İslam dinini; şiddet, terör, toleranssızlık ve merhametsizlikle eş olarak takdim eden art niyetlilerin veya bu din adına konuştuğunu zanneden sözde hocaların(!) elinden ancak Peygamber (SAV) döneminin temiz hassasiyetiyle kurtarabiliriz. Katışıksız, sadece vahye dayanan, radikallikten uzak, dini Allah için ve insanlık için yaşamakla özetleyebilecek Peygamber (SAV) dönemi.

Başkasının mahrem hayatına girilmemelidir. Aile mahremiyeti korunmalıdır. Bu mahremiyete sadakat göstermeyecek kadar ucuzlaşmış olanlara imkán verilmemelidir. Hz. Peygamber (SAV); başkasının konuştuklarını onlardan habersiz dinlemeyin. Onların ayıplarını araştırmayın, gizli hallerini ortaya çıkararak onların ahlakını zedelemeyin, buyuruyorlar. Hatta çıtayı yukarı doğru taşıyarak şu tehlikeyi işaret ediyor: Kim bir Müslüman’ın ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıplarını araştırır (ortaya çıkarır). Allah kimin ayıbını araştırırsa, onun herkesten gizli gözden uzakta yapmaya çalıştığı kusur ve ayıbını ortaya çıkarır ve onu herkese rezil eder.

Özel hayatın dokunulmazlığı olmalıdır. Yasal gereksinim ve insanlığa zararlı bir unsur içermedikçe kişilerin içyüzü ortaya saçılmamalıdır. Şeref ve onur korunmalıdır. Hz. Peygamber (SAV); kim bir Müslüman’ın kusurlarını örterse, Allah da dünya ve ahirette onun kusurlarını örter. Kişi kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah da o kuluna yardım eder, buyurur. Peygamberimiz (SAV); namus ve iffeti örtün, kim bunu zedelerse Allah da onu zedeler, ikazını yaparak hálá bu hastalığını tedavi edemeyenlere karşı ayrı bir caydırıcılık yöntemini kullanır. Zarar verirsen zarar görürsün. Ama erdemli tavır, zarar görürüm korkusuyla değil, insani duygulardan dolayı insanları hoş görüp affetmektir.

* * *

Belki en zor günde, mahşerde Allah’ın huzurunda günahlarımız birbiri ardınca ortaya döküldüğünde yaşayacağımız şu manzara bize örnek olur: Kıyamet günü Yüce Allah, mümin kulunu hesaba çeker. Onu kendine hiç kimsenin görmeyeceği, duymayacağı şekilde yaklaştırır ve şu günahını hatırlıyor musun diye sorar. Kul hepsini itiraf eder, her şeyin bittiğini zanneder. Tam o esnada Yüce Allah, günahlarını dünyada halktan gizlemiştim, şimdi de o günahları bağışlıyorum, buyurur.

Evet. Günahları, kaçamakları itiraf etmek erdem değildir. Allah örttüyse örtelim. Ama bilelim ki bu rahmet, yani Yüce Allah’ın günahları örtmesi bize günah işleme hakkını ve haklılığını vermez.

SORALIM ÖĞRENELİM

Dua ne demektir? Duada nelere dikkat etmeliyiz?

Dua din literatüründe, insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddi ve manevi isteklerini O’na arz etmesi demektir. Duanın ana gayesi, insanın halini Allah’a arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir diyalog anlamı taşır. Bir başka deyişle dua sınırlı, sonlu ve gücü sınırlı olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Özet olarak duanın yöntemi şöyledir: Dua gönülden, gizlice ve alçak sesle yapılmalı, mübarek vakit ve yerler tercih edilmeli, kıbleye yönelerek ve Allah’ın adıyla başlanarak, günahlara pişmanlık duyularak yapılmalı, kabulü için acele edilmemeli, kabul edileceğine inanarak duaya ısrarla devam edilmeli, sebepler dünyasında yaşadığının bilincine ererek talep ettiği şey birtakım sebeplere bağlıysa önce bu sebepleri yerine getirmeli, yani fiili duasını yapmalıdır. Ayrıca kişi isteğini Allah’a arz etmeden önce Allah’a hamdü sena Peygamber’e (SAV) salat ve selam getirmelidir.

İslamın şartı 5 denilir. Doğru mudur?Sait ŞAHİN/ADANA

Halkımız arasında İslam’ın gayesi olarak bilinen ve Hz. Peygamber’in (SAV) meşhur hadisinde de ifade edilen hususlar, dinimizin inanç ve ibadetler konusundaki temel esaslarına dikkat çekmektedir. İslam’ın sadece bunlarla sınırlı olduğunu ve bunların yerine getirilmesi halinde yeterli olacağını düşünmek yanlıştır. Zira, İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak alanında öngördüğü ve yaşanmasını istediği diğer hususlara da riayet edilmedikçe gerçek bir İslamiyet’ten söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (SAV) hadisinde belirtilen hususları İslam’ın temel dinamikleri şeklinde anlamak gerekir. Aksi yöndeki düşünce ve değerlendirmeler isabetli değildir.

Yeni yılda geçmişle hesaplaşalım – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Yeni yılda geçmişle hesaplaşalım – Nihat Hatipoğlu

YENİ bir yılın kapsındayız. Birkaç gün sonra bir takvim yılını geride bırakacağız.

Tatlı ve acı hatıralarıyla bir yıl uzaklarda kalacak. Aslında her birimizin yaş kütüğüne bir yıl daha eklenecek. Her canlı için kaçınılmaz olan gerekli sona doğru biraz daha yaklaşacağız. Bu gerçeği ürkmeden, korkmadan, telaşa kapılmadan görebilmek lazım.

Yeni yıla girerken hep beraber muhasebede (özeleştiride) bulunalım. Kendimize acımadan, gerçekleri görerek, ders almaya çabalayarak hayatımızı gözden geçirelim. Nerede hata yaptık, yapmamamız gereken neleri yaptık? Nerede doğru şeyler yaptık. Hangi doğruları hayatımıza taşıdık. Bu geçen yıl içinde başkaları tarafından bilindiğinde “yüzümüzü kızartacak” neler yaptık. Hani kul bilmese de Allah (CC) biliyor ya! Hani kul unutur da Allah kandırılamaz ya! Hani kul kandırılabilir de Allah kandırılamaz ya! İşte kaç tane böyle günah, “bozuk ve kirli iş” yaptık acaba! Belki de hiç yapmamışız. Belki de manevi sicilimiz çok temizdir. Keşke böyleyim diyenlerden olabilseydik. Keşke Yüce Rabbin huzuruna hemencecik çıkabilecek kadar temiz ve duru olabilseydik. Keşke ya Rabbi, şu an beni alsan karşına çıkabilecek kadar temiz, hazır ve donanımlıyım diyebilseydik.

* * *

İç muhasebe konusunda en zirvedeki isimlerden biri olan Hz. Ömer (RA) bir hutbesinde önündeki cemaati şöyle uyarıyordu: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Amelleriniz tartılmadan önce, kendi amellerinizi tartın. Hesaba çekilmek üzere, kıyamet günündeki büyük duruş (arz) ve huzura alınma için gerekli hazırlıkları yapınız. O gün huzura alınırsınız, öyle ki size ait hiçbir sır gizli kalmayacak, bütün sırlar meydana çıkacak.”

Doğru, hesaba çekileceğiz. Çok uzak olmayan yakın bir gelecekte. Herkesin hesabı kedisine ne de çok yakındır değil mi? Ameller de tartılacak. İyilikler ve kötülükler; günahlar ve sevaplar; zulümler ve bağışlamalar, hepsi tartılacak. Ters bir bakışımız veya sevgi dolu bir tebessümümüz. Hepsi, ama hepsi tartılacak. “Affedilmemiş bütün günahlar veya kirletilmemiş bütün iyilikler” o gün teraziye konacak.

Ve mahşer gününde hesap için getirileceğiz. Yalan ve yanlışlık üzerine kurulan dostluklar o gün pek fayda sağlamayacak. Kuran-ı Kerim çok net bir ifadeyle bizi uyarıyor: “Dostlar o gün birbirlerine düşmandır, takva sahipleri hariç” (Zuhref, 67). Zor bir gün. Çetin bir dönemeç. Tanıdık, tanıdığından kaçacak. Yüce Kitap bunu öylesine çarpıcı bir dille anlatır ki; mahşer günü veya öncesinde, “İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır” (Abese, 34/37).

Yaşadığımız günlere hiç benzemeyen bir gün! Yaşadığımız dünyaya hiç benzemeyen bir álem! İnsan çocuğundan kaçar mı? Bu dünyada belki kaçmaz ama o gün kaçacak. Acaba benden bir şey isteyecek mi diye! Bir günahını yüklemek ister mi diye, kaçacak. Baba ve anneden de kaçılacak. Kuran böyle diyor. Bugün için bu ifadeleri anlamakta zorlananınız çıkar belki. O kadar çetin mi o gün diye sorabilir bir kısmımız. Evet, o kadar zor ve çetin. Çünkü o gün, bugün değildir. Bugüne hiç benzemeyecektir. O gün yüzü ak olanlardan olmayı dileyelim. Rabbim, tümünüzü onlardan eylesin.

Ve o gün bütün sırlar ortaya saçılacak. Kimsenin gizlisi, saklısı kalmayacak. Aman duyulmasın dediğimiz her şey apaçık konuşulacak. Bilinmesin dediğimiz bütün gizlilikler ortaya konacak. İnsanlar kıskıvrak yakalanacaklar. İtiraz edecek bir makam da yok ki o gün. Kimi yalanlayacağız ki! Kime itiraz edebileceğiz ki! Allah’la muhatap olanın, başka muhataba ihtiyacı var mı? Ne dersiniz, yukarıdan beri yazdıklarım ürkütücü mü? Belki içinizden birazcık da olsa kızmışsınızdır. Yeni bir yılın arifesinde zor cümleler bunlar diyeniniz olmuştur belki. O zaman ben sorayım; ne zaman yazılmalı bunlar. Yazmak için en uygun zaman dilimi hangisidir dersiniz. İç muhasebe için bugünlerden daha uygun olanı var mı? Veya yazmasak, hatırlatmasak bunları, olmayacak mı, bütün bunlar. Duvarın ötesini göremeyenin, duvarın ötesi yok demesi mümkün mü? Tabii ki hayır.

* * *

Bizi ürküten bu muhasebe duygusu, sevgili Peygamberimizi de korkutmuş ve gözyaşları dökmesine sebep olmuştur. Abdullah bin Mesud (RA) anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz (SAV) bana, “İbni Mesud! Hadi bize Kuran oku!” buyurdu. Ben de, “Kuran sana indirilmişken ben mi sana Kuran okuyacağım” diye sordum. Peygamberimiz, “Kuran-ı Kerim’i başkasından dinlemeyi çok severim” buyurdu.

Bunun üzerine kendisine Nisa Suresi’ni okumaya başladım. “Ey Muhammed! Kıyamet günü her ümmetin içinden bir şahit çıkardığımız, seni de bunların aleyhine şahit tuttuğumuz zaman bakalım halleri nasıl olacak” (Nisa, 41) ayetine gelince, Resulullah’ın sesini duydum. Bana, “Şimdilik yeter” diyordu. Durdum. Başımı kaldırıp baktım, iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

Yeni yıla girerken tabii ki birbirimizi arayacak, yeni yıl hayırlar, güzellikler getirsin diyeceğiz. Sevineceğiz. Ama zamanımızdan birazını da muhasebeye ayıralım. Yazımızı sevgili Peygamberimizin oturduğu mecliste en az yüz defa okuduğu şu duayla bitirelim: “Allah’ım! Beni bağışla ve tevbemi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri kabul eden, koruyup gözetensin.”

SORALIM ÖĞRENELİM

Kalbime bazen dini konularla ilgili kötü vesveseler geliyor. Bundan sorumlu olur muyum?

Harun KOCA/ MANİSA

Sözlükte fısıltı, hışırtı gibi gizli söz, fiskos, kuruntu, gibi anlamlara gelen vesvese; şeytanın kötü bir işin yapılması, iyi bir işin terk edilmesi veya geciktirilmesi ya da eksik yapılması için insanı kışkırtması, aklını çelmesi, nefsin bayağı arzularına uymaya teşvik etmesi anlamında da kullanılır. Vesvese kelimesi Kuran-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir. Vesvesecinin (vesvas) şerrinden Allah’a sığınılması emredilmiş (Nas, 114/1-6). Şeytanın Hz. Adem ile eşini cennetten vesvese yoluyla çıkardığı bildirilerek müminlerin bu konuda duyarlı olmaları ısrarla istenmiştir (A’raf, 7/20). Hz. Peygamber de müminlere vesvese ile hareket etmemelerini tavsiye etmiş, vesvesenin dini, hukuki bir hüküm doğurmayacağını bildirmiştir (Buhari, Talak, 11). Visvas da aynı anlamdadır. Kişi kalbine doğan düşüncelerinden, eyleme dönüştürülmedikçe sorumlu değildir. Buna göre kalbe doğan vesvese sebebiyle kişinin dinine zarar gelmez. Kişi vesveseden etkilenmemeli, kendisine iyi şeyler telkin etmeli ve hatta Felak ve Nas surelerini okuyarak manen kendini güçlendirmeye çalışmalıdır.

Sonradan Müslüman olan bir kişinin sünnet olup ismini değiştirmesi şart mıdır?

Zeki GÜR/NİĞDE

Müslüman olmanın tek şartı, kelime-i şehadet getirmek, yani Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in (SAV) Allah’ın kulu ve peygamberi olduğunu kabul etmektir. İslam dinine giren kimse için sünnet olmak, dinimizin inanç esaslarından biri olmamakla birlikte önemlidir. İsim değiştirmek ise zorunlu değildir. Ancak ihtida (İslam’a giriş) belgesi almak isteyenler, benimsediği bir Müslüman ismini belgeye yazdırmalıdır. Özet olarak şunu deriz: Tıbbi bir problem olmadıktan sonra İslam’a girenlerin sünnet olması ve güzel çağrışım yapacak bir isim almaları uygun olur.

Bugün insanlara gülümseyin – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Bugün insanlara gülümseyin – Nihat Hatipoğlu

BUGÜN bayram. Sevinç günü. Sevgi günü. Hatırlama ve hatırlanma günü. Yeryüzüne daha güvenle, rahmet ve sevgiyle dokunma günü.

Kendimize, eşimize çocuğumuza, çevremize, insanlara ve hatta ciğer kovalayan kediye tebessümle bakma günü. Bugün aynaya bakarken gülümseyin. Yüce Allah’ın güzel yarattığı çehrenize şükretmek için gülümseyin.

Konuşabildiğinize şükredin. Yürüyebildiğinize, görebildiğinize, koşabildiğinize, nefes alıp verebildiğinize şükredin.

Saydığım bu nimetlerden yoksun olan yüz binlerce insanımızı düşünün. Onlara da sabır ve güç dileyin.

Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu gibi; ‘Allah’ın nimetlerini sayarsanız bitiremezsiniz!’ Hangi nimetin şükrünü gereğini yerine getirebiliyoruz ki!…

* * *

Sevgili peygamberimiz bir gün; “Hiç kimse ibadetiyle Allah’ın üzerine bir hak oluşturamaz. Yüce Allah’a bu ibadetlerimiz karşılığında beni cennete koymak zorundasın diyemez” deyince; sahabe, “Siz de mi Ey Allah’ın Resulü?” diye sordular.

Efendimiz (sav) “Evet, ben de diyemem. Ne var ki, Allah beni rahmetiyle kuşatırsa ancak affolurum” diye cevap buyurdular.

İbadet affolmak için şart ama affettirecek olan bu ibadetin ruhu, niyeti, ihlası ve Allah’a yakın olmasıdır.

Hz. Ali (ra) zengin olmayan bir insandı. Fakirlere yeterince yardımcı olamadığı için de üzülüyordu. Bu üzüntüsünü peygamberimizle paylaştı.

Şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü; ben ve birçok arkadaşım fakirlere yüklüce yardımda bulunamıyoruz. Bu sevaptan mahrum kalıyoruz. Bu konuda varlıklı arkadaşlarımız bizleri geçiyorlar. Allah’ın Resulü bize bir çözüm önerir mi?”

Sevgili peygamberimiz şöyle buyurdular: “İnsanlara güzel söz söyleyin. Zira güzel ve tatlı söz söylemek de sadakadır.”

Evet bugün hepimiz birbirimize güzel söz söyleyelim. İlahiyatçımız, işadamımız, siyasetçimiz, gazetecimiz, televizyoncumuz, programcımız, büyüğümüz, küçüğümüz herkes ama herkes bu gün ‘güzel söz’ söylemek için gayret etsin.

* * *

Bugün şeytanlar ümitsizliğe kapılsın. Bu topraklar üzerinde bize yer yok desinler.

Şeytanları umutsuz yapmanın yolu; nefsin kötü arzularına gem vurmak, çevreye iyilik ve merhamet sunmak, Allah’a yönelmek, tanıdık-tanımadık herkesle kucaklaşmak ve erdem adına hangi güzellikler varsa tümünü yapmakla mümkündür.

İyilik yapamadığından şikáyetçi olan bir başkasına peygamberimiz (sav), “Eşinin ağzına verdiğin bir lokma ekmek sadakadır” buyurarak iyilik kapısını sonuna kadar açmıştır.

Hiçbir şey yapamıyor musun? Eşine bir lokma ikram et. Ne denli derin ufuklar açıyor Peygamberimiz değil mi?

Bugün baba ve annemize mutlaka ulaşalım. Gidemiyorsak, uzaksa yerleri, telefonlaşalım. Hem de en erken vakitte.

Ahirete göçmüşlerse mezarlarına koşalım. Onlarla geçirdiğimiz günleri hatırlayalım. Kur’an-ı Kerim’in öğrettiği duayla onlara dua edelim.

“Allah’ım! Baba ve anneme rahmet ve merhamet et. Tıpkı ben küçükken beni koruyup kolladıkları gibi” diyelim.

O an mezarlarından gül kokusu geldiğini hissedeceksiniz.

Hz. Peygamber (sav) bir yolculuk dönüşü, annesinin ebva’daki mezarının yanında uzunca oturmuş ve gözyaşı dökmüştür.

Hangi varlık anne kadar aziz olabilir! Kim anne kadar yanabilir! Annenin boşluğunu kim doldurabilir!

Özellikle maddi imkanları çok olmasına rağmen anne veya babasını ihmal etmiş olanlara, onları sokağa ve insafsızlığa terk etmiş olanlara bu bayramda; “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” sözünü hatırlatmaktan başka ne yapabiliriz ki…

* * *

Merhameti unutmuş olan birini gördüğünde hayretini ifade eden Hz. Peygamberin şu sözlerinden daha anlamlısını diyebilir miyiz? Sanmıyorum:

“Sen gönül kapını Allah’a kapatıp merhamet etmiyorsan, Muhammed ne yapabilir ki!”

Hepinizin bayramını kutluyorum. Allah bize ve milletimize acı göstermesin. Ezanımızla, bayrağımızla, ülkemizle birliğimizi devam ettirsin.

SORALIM ÖĞRENELİM

3 aylık çocuğumu aldırmam mümkün mü?

Suna ARDIÇ/AFYON

Henüz dört aylık olmayan gebeliğe son verilebileceği görüşünde olan bazı alimler varsa da, gebelik gerçekleştikten sonra, dört aylık süre içinde de olsa, bir zaruret olmaksızın rahimdeki nutfe ve ceninin gerek ilaç, gerekse diğer etki ve işlemlerle düşürülmesi veya aldırılması (kürtaj) İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu tarafından caiz görülmemiştir. Dört aylıktan sonra ise annenin hayatının kurtarılması dışında bir sebeple gebeliğe son vermenin (kürtajın) haram ve cinayet hükmünde olduğunda İslam müştehit ve fatihleri ittifak etmişlerdir. Sonuç olarak denilebilir ki, gebeliği önleyici tedbirlere başvurarak doğumu kontrol altında bulundurmak, istenmeyen durumlarda gebeliğe engel olmak caiz ve mümkündür. Ancak, gebelikten sonra, haklı, kesin ve meşru bir zaruret olmaksızın, düşürmek veya aldırmak (kürtaj) yolu ile bir canlının hayatına son verilmesi caiz değildir.

Zina yapan kişi ne yapmalıdır?

Ahmet ÜNAL/ANKARA

İslam dininde kesin olarak yasaklanmış büyük günahlardan birisi de zinadır. Zina fiili öteden beri ahlak ve hukuk düzenlerinin ve aile yuvalarının yıkılmasına neden olmaktadır. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (İsra 32) buyurulmaktadır. Zina eden kimse derhal tövbe etmeli, Yüce Allah’tan af dileyip günahının bağışlanmasını istemelidir. Dinimiz, kişilerin cinsel ihtiyaçlarının meşru bir şekilde giderilmesini öngörmektedir. Cinsi ihtiyacın giderilmesinin meşru yolu evlenmektir.

Kurban ve bayramı doğru anlamak – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Kurban ve bayramı doğru anlamak – Nihat Hatipoğlu

KURBAN ÜZERİNE
ÖNÜMÜZDEKİ hafta Kurban Bayramı’nı kutlayacağız. Hacılar Mekke ve Medine’de, bizler de ülkemizde kurban ve bayram şuurunu yeniden hatırlayacağız.

Kurban, kesilen hayvana verilen ad olmakla beraber; Allah’a yaklaştıran veya kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey anlamına gelir. Bütün dinlerin ortak ibadet ve ritüellerindendir. Kur’an-ı Kerim bunu anlatır (Hacc 34, 36; Kevser 2).

Hicretin ikinci yılından itibaren peygamberimiz her yıl kurban kesmiş, gücü yeten kimselere de kesmelerini emretmiştir. Hanefiler kurbanı vacip görmüş, diğer üç mezhep ise sünnet-i müekkede (yani farz ve vacip gücünden olmamakla beraber sık sık, devamlı uygulanan ibadet) olarak kabul etmişlerdir.

Bizler kurbanı, bayram günlerinde kesilen ve eti dağıtılan bir hayvanla ilgili işlem olarak görmüşüz yıllarca. İşin et ile ilgili olan kısmı böyle. Ama kurban şuuru çok öte anlamlar taşır. Bizler Kurban Bayramı’nda, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in Yüce Allah’ın emrine tam bir itaat konusunda verdikleri başarılı imtihanın hatırasını tazeleriz. Kurbandan; Hz. İbrahim, Hz. İsmail, gönderilen kurban ve kurban işlemi dörtgeninde trajik olarak sunulan olayın çok ötesinde fedakárlık, ihlas, samimiyet anlaşılmalıdır.

Kurbanın hedefi, bunu hatırlatmaktır. Hayvan da olsa neticede bir can alıyorsun. Ve bununla da günaha girmiyorsun. Ama Allah rızası için yapılan bu işlemin hakkını verebiliyor musun? Kestiğin kurbana layık mısın? O hayvan senden razı olacak mı? Kurban günlerinde; içindeki kin, nefret, düşmanlık, çekememezlik, zulüm, ihanet, isyan gibi menfi bütün duyguları da kurban edebiliyor musun? Hz. İsmail’in boyun eğdiği gibi sen de Yüce Allah’a boyun eğebiliyor musun? Egonu yenip, bencilliği bir kenara atıp insana, insanca muamele edebiliyor musun? Başkasının kusurundan önce kendi hatalarını görebiliyor musun? Artık hata ve günahlarından vazgeçme anlamında simgesel bir fedakárlığa hazır mısın? Kurbandan önce bütün bu soruları kendimize soralım bayram sabahı.

Hayvan haklarını korumak adına kurbana karşı olmak yanlıştır. Zira her gün yüz binlerce hayvan kesilmektedir. Karşı olunması gereken; kurban işinin bilinçsizce, sağlık koşullarından uzak bir şekilde yerine getirilmesi olmalıdır. Kurban, ibadete aracı olan kutsal bir varlıktır. Onun özenle, saygı duyarak, hakaret etmeden, küçümsemeden, işkencesiz, sağlıklı şartlara uygun ve en az acıyla kurban edilmesi gerekir.

Hz. Peygamber (SAV), hayvanın gözü önünde bıçağını keskinleştiren ve hayvanları birbiri önünde kesen birini gördüğünde, “Neden böyle yapıyorsun! Bu hayvanı iki kez mi öldüreceksin” buyurarak ikaz etmiştir. “Hayvana iyi davranın, eziyet etmeyin” buyurarak kurbanın incitilmemesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir.

Belli yaşa gelmemiş körpe hayvanların kurban olmayacağını belirterek ekolojik dengeyi korumuştur. Bu nedenle de; kasap kadar usta olmayanların kurbanımı ben yerine getireceğim düşüncesiyle hayvana eziyet etmesi günahtır, vebaldir. İslam fıkıhçıları hayvana daha az acı verecekse, şoklama ile -bu durumla ölmemek koşuluyla- hayvanların sersemletilebileceğine olur vermişlerdir.

Kurban, kesim yerine götürülürken, taşınırken çok özen gösterilmeli, horlanmamalı, eziyet edilmemelidir. Bilinmeli ki, o kurbanın da bizden alacağı olabilir. O da ahirette bize hesap sorabilir. Peygamberimiz (SAV) “Her nefes alıp veren canlının hakkı ve hesabı vardır” derken buna dikkat çeker. Eskiler kesim yerine gelirken kurbanlık hayvanın gözlerini bağlayarak olabildiğince merhametli davranmışlardır. Kurbanın bir can taşıdığını, ruhu olduğunu, kendi álemlerince hayatları olduğunu unutmayalım.

BAYRAM ÜZERİNE

Bayram, sevinç ve güzellikleri paylaşma günleridir. Dargınlar barışmalı, yakınları, dostları, tanıdıkları ziyaret etmeli. Tanınan tanınmayan herkese selam verilmeli. Yakınlıkları, sevgileri pekiştirilmeli. Hastaneler, çocuk yurtları, yoksul evleri ziyaret edilip hediyeler verilmelidir. Çocuklar sevindirilmeli, yoksullar, kimsesizler, gücü yetmeyenler hatırlanmalı. Şehit ailelerine yalnız olmadıkları hissettirilmelidir.

Bayram namazı ihmal edilmemelidir. Hz. Peygamber (SAV) zamanında kızlar ve kadınlar da bayram namazına katılmışlardır. Ümmü Atiyye (RA) der ki: “Bayram günlerinde biz kadınlara namaz kılmamız emredilirdi. Kadınlar, erkeklerin arka tarafında olur, onlarla birlikte tekbir getirir ve dua ederlerdi” (Buhari, İydeyn, 12). (Buradan, kadınlara bayram namazının vacip olduğu hükmü çıkarılmaz. Ancak gitmeleri tavsiye edilir.) Hz. Peygamber (SAV) bayram günü tef çalıp eğlenen insanlara karşı çıkanları gördüğünde onlara müdahale eder ve toleranslı davranır, “Bu onların bayram günüdür, onlara ilişmeyin” buyururlardı.

Bayramda çocuklara özel bir ilgi göstermeliyiz. Sadece kendi çocuğumuza değil, bütün çocuklara. Özellikle de babasız-annesiz çocuklara. Keşke her annesiz-babasız çocuğun sembolik anlamda da olsa bir babası ve annesi olsaydı. En azından özel günlerde evine konuk etseydi. Hz. Peygamber (SAV), babası Uhud harbinde şehit düşen bir çocuğu ağlarken gördüğünde -bir bayram sabahı- başını okşamış, kucağına almış ve şöyle buyurmuştur: “Ben senin baban olayım, Aişe de senin annen olsun ister misin?”

Kalbim çok katı diyen bir başkasına da, “Kalbinin yumuşaması ve işlerinin düzgün gitmesi için yetim başı okşa, ihtiyaçlarını gider, ona yediğinden yedir” buyurmuştur.

Hepinizin bayramını şimdiden kutluyorum.

NOT: Salı akşamı saat 24.00’te Star TV’deki “Dosta Doğru” programında kurbanla ilgili bütün sorularınızı cevaplayacağım.

SORALIM  ÖĞRENELİM

Aldığım büyükbaş hayvana daha sonra başkalarını ortak edebilir miyim?

İsmail HOTOĞLU/ÇANKIRI

Büyükbaş hayvanlar bir kişiden yedi kişiye kadar ortak olarak kurban edilebilir. Böyle bir hayvan, yedi kişiye kadar ortak olarak satın alınabileceği gibi, alındıktan sonra veya elde bulunan büyükbaş hayvana yedi kişiyi geçmemek kaydıyla başkaları da ortak edilebilir.

Taksitle kurban alınabilir mi?

Zerrin ORHAN/İSTANBUL

Kişi, mülkiyetinde bulunan ve kurbanlık özellikleri taşıyan hayvanı, kurban olarak kesebilir. Bu itibarla ister peşin ister taksitle olsun satın aldığı hayvan kişinin mülkiyetine geçtiğinden, bu hayvanın kurban edilmesinde sakınca yoktur.

Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?

Filiz TANRIKULU/BURSA

Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet verilmemelidir. Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve kesim işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. Ayrıca, çevre temizliği ve ekolojik dengenin korunması için gerekli tedbirler alınmalıdır. Kurban kesimi esnasında, psikolojik açıdan etkilenmemeleri için çocukların kesim mahallinden uzak tutulmalarına dikkat edilmelidir. Aynı şekilde, hayvanların diğerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına özen gösterilmelidir.

Hazreti Peygamber’in huzurunda – Nihat Hatipoğlu

Nihat Hatipoğlu
nhatipoglu@hurriyet.com.tr

Hazreti Peygamber’in huzurunda – Nihat Hatipoğlu

Medine ziyaretçilerine ithafen

EY Allah’ın Resulü! Huzurundayım. Medine’deyim. Mezarını örten soğuk demirin içimi ısıttığı uzaklıktayım.

Ellerimi uzatsam mezarına dokunacağım, o kadar yakındayım. Seni örten toprağın ötesindeki Sen’i, görmek için önünden geçenlerin içindeyim. Kubbende, derinden derine duvarları okşayıp gelen salat ve selamın yankıları var. Benim de dudaklarımda; ‘salat ve selam sana ey Nebi!’ duası. Salat ve esenlik sana ey iki cihanın güzeli, ey Medine’nin gülü, ey sevgililer sevgilisi…

* * *

Huzurundayım. Şakaklarına birkaç gün içinde düşüveren akları sayıyorum. Sayıları belki 15-20. Şakaklarının, saçlarının aniden beyaza dönmesi ürkütüyor beni… Ağır geliyor bana. Soracak oluyorum: “Ey Resul! Ne oldu sana, neden birden saçlarına ak düştü” diye. Sadık dostun Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e verdiğin o cevap aklıma geliveriyor. Derinden sarıyor beni. Ebu Bekir! Hud ve Vakıa sureleri ihtiyarlattı beni! Hiç eğri durmamış hiç eğilmemiş peygamberi birkaç günde ihtiyarlatan ayet “Ey Muhammed! Emir olunduğun gibi dosdoğru hareket et!” uyarısıydı. Sanki ayet diyordu ki, bilesin ki kimsenin ayrıcalığı yoktur, kurtuluş senedi imzalanmamıştır. Allah’ın Resulü olsan da çizginde aynen öyle dur, hiç değişme! Aksi takdirde ateş sana da dokunur. Hatırası bile sarsıyordu.

Huzurundayım. Tebuk yolculuğunda, dinlendiğin ağacın dibindeyim. Bir anne kuş telaş içinde, sağa sola dalıyor, bağrışıp duruyor. Hemen ayağa kalkıyorsun. Etrafa seslenip; kim bu anne kuşu tedirgin etti diye soruyorsun. Arkadaşların ellerinde tuttukları yavru kuşlarla yanına geliyorlar. Meğer ağacın tepesindeki yuvadan almışlar. Anne kuşun feryadı bunaymış. “Hiç oynaşıyoruz”, diyorlar. Hemen yavruları yerine koyun, anne kuşu tedirgin ettiniz, üzdünüz diyorsun. Yavrular yuvasına konuncaya kadar kuş kadar hafif yüreğindeki tedirginliğin devam ediyor.

Ey Resul! Bizimse yüreğimiz taş kadar sert. Kaskatı kesilmiş. Baksan bize, tanıyamayacaksın. Sevdiklerin sadık dostlarına hiç benzetemeyeceksin. Evet, aynen böyle, hiç benzetemeyeceksin. Halbuki aynı Kuran’ı biz de okuyoruz, aynı sözleri biz de duyuyoruz. Sadece duyuyoruz! Duymak anlamak için yetmiyor! Kuran’ı açılmasın diye kılıfına koymuşuz. Evimizin en güzel yerine. Güzel hafızlarımızın okuyuşlarıyla da duygulanmışız belki ama o ayetler ne anlatıyor diye içine hiç bakmamışız. Kuran’ı Kerim’i baştan sona meal veya tefsiriyle okuyan kaçımız var ki!

Huzurundayım. Sağımda solumda benimle aynı dini taşıyan insanlarla beraberim. Ama aramızda sevgi, birlik, beraberlik, diğerkamlık, fedakarlık duyguları ne kadar da azalmış. Neden diye soracak oluyorum sana Ey Resul! Soruyorum da nerede yanlışlık yaptık, neden birbirimizin kuyusunu kazıyoruz. Birbirimize hoşgörü, merhamet, sevgi, tolerans göstermiyoruz. Neden geçeceğimiz yollara tuzaklar serpiştirmişiz. Neden coğrafyamız bir kin ve nefret tarlasına dönüşmüş, neden! Sanki derinden gelen bir ses senin şu mübarek sözlerini hatırlatıyor: “(Gerçek) Müslüman, diğer Müslümana eliyle ve diliyle zarar vermeyen kişidir.” Hadisinde geçen Müslümanı gerçek diye diye paranteze hapsettim. Gerçek Müslüman! Dedim.

Öyle olmazsa, sanki kendimizi bir an İslam dairesi dışında bulacağız diye korktum. Ağır olurdu. Kaldıramazdık. Ya peki, biz ne oluyoruz o zaman. Sadece Müslüman mı acaba. Sadece kelimede, kimlikte, cümlede, harfte, satırda Müslüman. Öyle ya.

Hani Müslüman hırsızlık yapmazdı, hani yalan söylemezdi, hak yemezdi, hani zülmetmezdi, hani zina etmezdi, hani gıybet etmezdi, hani gereksiz yere ot bile koparmazdı, hani bir hayvanı susuz yemsiz bırakmazdı, hani kadın dövmezdi, hani engelliye engel olmazdı, hani düşeni kaldırırdı, hani alın terini fakirle paylaşırdı, hani komşusu aç iken tok yatmazdı, hani işçinin hakkını teri soğumadan verirdi, hani kahine, sihirbaz ve büyücüye gitmezdi, hani düşmanına bile merhamet ederdi, hani darda kalan borçlusuna zaman tanırdı, hani haram parayı kursağına koymazdı, hani zulme rıza göstermediği gibi zalim de olmazdı, hani zalimin yanında mazlumun hakkını arardı, hani herkes uykudayken sırf Allah için seherde namaza kalkardı, hani bölücülükten, fitneden, ayrımcılıktan başkasını damgalamaktan uzak dururdu… hani… hani… hani…! Nerede o Müslüman…

* * *

Huzurundayım. Yanında Hz. Ebubekir (ra) Hz. Ömer (ra) uzanıyorlar. İki sadık ve güzel dostunla dinleniyorsun. İki dostundan Hz. Ebubekir (ra) sadık olmanın, vefanın, diğerkamlığın sembolüydü. Diğer yanındaki Hz. Ömer (ra) ise adaletin, kılı kırk defa yarmanın, hassasiyetin, teraziyi sağlam tutmanın sembolüydü. Sadakat (güvenilirlik) ve adalet insanlık için olmazsa olmaz temel direkler. İki yanında onlar var. Bize ne de çok şey hatırlatıyorlar. Kaybettiklerimizi hatırlatıyorlar. Toprağa gömdüğümüz iki ölmezi hatırlatıyorlar. İç alemimize, dış alemimize bakınız. Ne kadar özlüyoruz değil mi?

Ey Resul! Aslında arz edecek o kadar çok şey var ki! İtiraf edecek o kadar günahımız hatamız, sıkıntımız var ki! Biliyorum buyuracaksın ki itiraf ve tövbe, pişmanlık ve yönelmeler kula değil Yüce Allah’adır. Bizimki halimizi arz etmektir. İslam’da günahlar kula değil Allah’a affettirilir. Biliyorum. Belki binlerce dertten sadece birkaçıyla huzurundaydım. Şimdi ayrılıyorum. Şimdilik ayrılıyorum. Ayrılırken o huzur veren misk kokan güzelim mezarından, başı eğik bir şekilde birden Hz. Mevláná’nın sözleri içime geliyor. Sonra dudaklarıma. Mırıldanıyorum.

Pişmanlık ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle dua ve tövbe et. Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar.

SORALIM ÖĞRENELİM

Şehitler nerdeler, nasıllar o alemde?

Ömer ERDOĞAN /İZMİR

Şehitler nerede, nasıldır cümlesiyle ifade ettiğiniz sorunuzu Bakara suresinin 154. ayetiyle Ali İmran suresinin 169-170. ayetleri açıklamakta, onların gerçekte ölmedikleri vurgulanmaktadır. Zira ölüm denilen hakikatin ruha değil bedene geldiği, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra ölmeyeceği Allah’a imanı olanlar için bilinen bir gerçektir. Şehitlerin Allah rızası için canını feda etmeleri ve Allah indinde büyük nimetler görmekte olmaları, ilahi bir takdir ve lütuftur. Dünyamızda yaşayan yığın yığın insanlar ne şekilde olursa olsun bu dünyada yaşamayı gaye edinip ona elden çıkarmamak için çoğu zaman insanlıkla bağdaşmayacak düşük yaşantılara ve zillete katlanmayı kabullenirken, yüce bir gaye uğruna en değerli varlıkları olan hayatlarını feda eden yüksek ruhlu şehitlerimiz, Allah nezdindeki ulvi yaşantıya öncelikle layıktırlar.

Doğumdan sonraki lohusalık kaç gün devam eder?

Y. AKAY/ ANKARA

Lohusalık hali en fazla 40 gün devam eder. Eğer kan, 40 günden fazla sürerse fazla olanı istihazıdır, yani ibadete engel olmayan akıntı sayılır. Lohusalığın azının sınırı yoktur. 40 günden önce de kan kesilebilir. Bu durumda kadın 40 günün tamamlanmasını beklemez. Boy abdesti alınır. İbadet ve normal aile hayatına devam edilir.

« Older entries